Türkiye sermaye sınıfı 2002 yılında ülke yönetimini dinci-ırkçı gericilere teslim etti. ABD başta olmak üzere emperyalist/Siyonist güçlerin tercihleri de bu yöndeydi. Çeyrek yüzyıla yaklaşan bu sürede sahte vaatler havada uçuştu, açılımlar ilan edildi, süreçler başlatıldı, “barış” masaları kuruldu, ittifaklar yapıldı, cilalı maskeler takıldı, yıpranınca yenileriyle değiştirildi, bu minvalde başka pek çok konu da gündeme getirildi sonra unutturuldu.
Bu süreçte toplum, sayısız kez gerici gündemlerle meşgul edildi. Bazıları sahte bazıları değil, ırkçı-gericilerin belirlediği gündemlerle propaganda bombardımanı altında tutulan emekçiler sersemleştirildi. Dincilik, ırkçılık, neo liberalizm, pişkinlik, riyakarlık, sahtekarlık, zorbalık, manipülasyon, küstahlık, mafyacılık, çetecilik gibi kepazelikler rejimin “normalleri” haline getirildi. Bu kadar farklı ya da zıt gibi görünen şeyi bir arada bünyesinde barındıran rejimin temel hedefleri ise hep baki kaldı: Sermaye sınıfını palazlandırmak, emek-gücünü ucuzlatmak, hak arama mücadelesini bastırmak, emekçi çoğunluğu süreklileşmiş sefalete mahkum etmek, ülke zenginliklerini sömürücü bir azınlıkla yağmalamak, ortaçağ artığı gerici ideolojiyi topluma dayatmak, dozuna arada bir ayar yaparak ırkçı-şovenizmi pervasızca kullanmak, Ortadoğu’ya gericilik ihraç etmek, demokratik hak ve özgürlükleri törpülemek, tek adama dayalı dinci-faşist rejim inşa etmek, bu rejimi kalıcı hale getirip topluma dayatmak…
***
Burjuva cumhuriyetin vardığı son durak olan bu ucube rejimin merkezindeki parti AKP’dir. Başında ise Tayyip Erdoğan bulunuyor. Parti kişiyi var etti, kişi partiyi kendine göre dizayn etti. Erdoğan AKP’si birçok ittifak yaptı, işlevleri bitince bozdu. Temel hedef saltanatın bekası olunca; herhangi bir ilke, değer, kural, yasa tanımayınca dün müttefik olana bugün terörist dendiği gibi, dün terörist dedikleriyle bugün ittifak kurmakta beis görmediler.
Bu bağlamda Kürt halkı, Kürt hareketi, Kürt sorunu hep gündemlerinde oldu. Olmak zorundaydı. Zira halk da hareket de sorun da realitenin birer parçası durumundadır. İsteseler de göz ardı edemezler. Buna rağmen temel politikalarını soruna şu veya bu şekilde çözüm üretmeye değil, rejimin dönemsel ihtiyaçlarına göre belirlediler. Gün oldu “barış” üzerine laflar ettiler gün oldu çocukları F-16 savaş uçaklarıyla bombaladılar. Zihin dünyalarına ayna tutan şeyler ise barışa dair attıkları sahte nutuklar değil, Roboski’de çocukların üzerine bomba yağdırmaları ya da “Hendek Savaşları” denen süreçte yaptıklarıdır.
***
Geçen aylarda yaptığı çıkışlarla Kürt sorununda “yeni süreç” başlatan Devlet Bahçeli’nin tek aleni sıfatı faşist bir partinin şefi olmasıdır. Buna rağmen bir figür olarak siyaset sahnesine çıkarıldığı günden beri kritik roller oynadı. Böyle bir figürün bu kadar etkin roller oynaması, Türkiye’yi yöneten rejimin mahiyeti ya da ucubeliği hakkında fikir vermeye yeter. Düne kadar DEM Parti’nin binasının önünden geçene “terörist” diyen bu ırkçı figür birden farklı bir libas içinde zuhur etti. Artık ortada bir “barış meleği” vardı. İnsanların algılarıyla, toplumun hafızasıyla alay edilerek, bu figürün başlattığı “süreç” üzerinden bir “umut pompalama” kampanyası başlatıldı.
MHP şefi sermaye iktidarı ile arkasındaki emperyalistlerin kullandığı bir figürdür elbette. Esas olan ise sistemin çıkarları, öncelikleri, kaygıları, dönemsel ihtiyaçlarıdır. Figürler bu dönemsel politikalar çerçevesinde biçilen rolleri oynarlar. Göründüğü kadarıyla bu senaryoda “esas oğlan” biraz nazlanarak sahneye çıkacak.
***
Barışın olması için savaşan tarafların olması gerekiyor. Oysa yıllardan beri ortada savaşan taraflar yok. Çünkü PKK uzun süreden beri saldırıya uğramadığı sürece eylem yapmıyor. Sürekli saldırı halinde olan taraf ise güya “çözüm” isteyen AKP-MHP rejimidir. Hem Irak hem Suriye topraklarında işgalci konumda bulunan TSK her iki ülkedeki Kürt hareketine dönük saldırılar düzenliyor. Kürt hareketi kendini savunma bağlamında saldırılara karşılık veriyor. Yani devlet saldırmadığı sürece ortada bir çatışma olmuyor. Hal böyleyken “PKK silah bıraksın, Rojava’daki PKK’liler/YPG’liler orayı terk etsin, aksi halde daha kapsamlı saldırı başlatacağız” diye tehditler savuran taraf da Erdoğan’la müritleridir.
Kürt sorunun bölgesel boyutun da ötesine geçen bir noktaya gelmesi, emperyalist/Siyonist güçlerin bu bağlamda devrede olmaları elbette Saray rejimini çeşitli hesaplar yapmaya zorluyor. Bu sürecin başlatılmasının nedenlerinden biri de budur. Hal böyleyken sorunun kaynağı olan Saray rejiminin barış ya da çözüm istediğine dair hiçbir belirti yok.
Sarayın Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, 8 Ocak’ta yaptığı açıklamada “PKK/YPG terör örgütü Suriye’den çıkmazsa askeri harekat yaparız” tehdidini savurdu. Bu tür açıklamalar, rejimin “çözüm” derken neyi kastettiğini gözler önüne seriyor. Kimileri, savaşan tarafların barış yapmadan önce saldırıları arttırdığını, bunu masada etkili olmanın bir imkanına dönüştürdüğünü, dolayısıyla “olağan” olduğunu söylüyor. Ancak bu olayda çatışan taraflardan çok saldıran bir taraf olduğu için, bu varsayım gerçekliğe uymuyor.
“Yeni süreç” tartışmaları gündemi kaplamışken bile kayyım saldırısını sürdüren rejimin şefi Erdoğan da sahneye çıktı ve beklendiği gibi tehditlere yenilerini ekledi:
“Daha önce de söyledim; önlerinde sadece iki tercih var. Ya teröre tövbe edip silah bırakacaklar ya da tasfiye olmaktan kurtulamayacaklar. Bizim tercihimiz bunun sükunetle gerçekleşmesidir, temennimiz daha fazla kan akmadan terör illetinden bölgemizin kurtulmasıdır…”
2011’den beri cihatçı terörün ana sponsoru olan, IŞİD artıklarının Şam’a bayrak dikmesi için emperyalist/Siyonist güçlerle histerik bir şekilde çalışan Erdoğan, bu söylemle güya Kürt sorununa çözüm öneriyor. Sadece Suriye’nin değil tüm bölge halklarının başına cihatçı terör belasını saranların önde geleni, Kürt halkının demokratik haklar talep etmesini “terör” diye damgalayarak, “Teslim olun, yoksa yakarım!” nidalarıyla güya sorun çözmeye hazırlanıyor.
***
Rejimin şefleri tehditler savururken, İmralı’ya gönderilen DEM Parti heyeti Abdullah Öcalan’la görüştü. Ziyaretlerin devam edeceği söyleniyor. Öcalan’ın silah bırakma çağrısı yapacağı iddiaları gündemden düşmüyor. Bu arada DEM Parti heyeti meclisteki diğer partileri de ziyaret ediyor, sürece destek olmalarını istiyor. Ancak “çözüm süreci” üzerine bu kadar konuşulurken, çözümün ne ifade ettiği henüz belli değil. Soyut bir “umut pazarlaması” yapılırken somut şeylerin söylenmemesi rejimin Kürt halkına da Türkiye toplumuna da vaat edilebileceği kayda değer bir şeyin olmadığına işaret ediyor.
Yansıyan kimi açıklamalara göre rejim Suriye ve Irak’taki Kürt bölgelerini ilhak ederek genişlemeyi hedefliyor. Suriye topraklarının bir kısmını işgal etmişken bunları daha da genişletme hevesinin güçlendiğini tahmin etmek zor değil. Sömürgeci yayılmacılık için kapıların açıldığını varsayan rejim sözcülerinin “yeni bir güneş doğdu” türünden lafları tekrarlamaya başlamaları, Osmanlı özentilerinin tavan yaptığına işaret ediyor. Bu hedeflerine ulaşabilmek için IŞİD artıklarıyla ortaklık kuranların her fırsatı kollayacaklarından kuşku duymamak gerekiyor. Bu arada “genişleme” konusunun sadece Saray rejiminden değil, Kürt hareketi çevresindeki bazı isimler tarafından da dile getirilmesi “çözüm süreci” ile genişleme hedefleri arasında dolaysız bir bağ olduğu konusunda tartışmaya yer bırakmıyor. Bunun ise bölge ülkeleriyle yeni krizlere, hatta çatışmalara davetiye çıkaracağı, barış değil daha çok çatışma getireceğini öngörmek zor değil. Zira sömürgeci heveslerle komşu ülkelere göz dikenler her zaman halkların başına yeni belalar açar.
Dinci-faşist rejimin Devlet Bahçeli figürünü öne sürerek başlattığı sürecin “demokratikleşme” getireceğini iddia edenler de var. En basit demokratik hakları bile zorbalıkla bastıran, keyfi tutuklamalar gerçekleştiren, grevleri yasaklayan, muhalif sesleri susturmak için koyu bir sansür uygulayan, her fırsatta şoven-mezhepçiliği kışkırtan bir rejim mi “demokratikleşmeyi” sağlayacak? Buna inanmak tanı konulamamış bir akıl hastalığının ürünü olabilir ancak. Zira, ez cümle rejim, demokratik hak ve özgürlüklere düşmandır. Hak arama mücadelesinden de hak talep edenlerden de nefret etmektedir. Hal böyleyken bu rejimden “demokratikleşme” beklemek abesle iştigaldir. Bu rejime hangi kostüm giydirilirse giydirilsin dinci-faşist mahiyeti zerre kadar değişmez…
Dolayısıyla, demokratik hak ve özgülüklerin kazanılması işçi sınıfının, emekçilerin, ilerici-devrimci güçlerin toplumsal mücadeleyi yükseltmesiyle mümkün olabilir. Dinci-faşist rejimin insafına terk edilen bir süreçten ne Kürt halkı ne de işçi ve emekçiler lehine bir şeyin çıkmayacağı ise açıktır.