Her geçen gün toplumsal çürümenin vardığı boyutu gösteren olaylar gerçekleşiyor. “Bir anlık öfkeyle” ya da üç kuruş için işlenen cinayetlerin haberlerini okuyoruz. Bazılarına birebir tanık oluyoruz. Bir hasta için toplanan yardım parası bile çalınabiliyor. Mide bulandıracak düzeyde suçlar her geçen gün artıyor. Rosa Luxemburg’un haykırdığı “Ya barbarlık! Ya sosyalizm!” ikileminin “barbarlık” kısmını yaşıyor gibiyiz.
***
Frantz Fanon Cezayirli bir psikiyatrist ve yazardır. Fanon “Yeryüzünün Lanetlileri” adlı eserinde, ulusal kurtuluş mücadelesi öncesinde, Fransız sömürgeciliğine başkaldırmayıp, sömürüyü kabullenen Cezayirlilere dair şöyle diyor:
“Bir sömürge rejiminde bir dilim ekmek ya da bir deri bir kemik bir koyun için her şey yapılabilir. Bir sömürge rejiminde insanın dış dünyayla ve tarihle ilişkisi yalnızca yiyecek ilişkisidir. Sömürge insanı için, Cezayir'deki gibi bir baskı ortamında, yaşamak bir değerler grubuna sahip olmak demek değildir, dünyanın tutarlı ve yapıcı gelişmesiyle bütünleşmek demek değildir. Yaşamak, ölmemek demektir yalnızca. Yetişen her hurma bir zaferdir. Sıkı çalışmanın değil; hayata karşı zafer kazanmayı kutlamanın zaferi. ...
Tek perspektifi ne kadar az talep ederse etsin, ne kadar küçülürse küçülsün mideyi doyurmaktır. Acısını kimden çıkaracaksınız? ... Bölünmüş toplumlarda ırksal çatışmaların karakteristiği olan öz nefretin tohumu burada yatar.
Dolayısıyla Cezayirlilerin suç eğilimi, düşünmeden hareket edişi, cinayetlerinin vahşiliği sinir sisteminin düzenlenişinin ya da belirli bir kişilik özelliğinin sonucu değil, sömürge sisteminin dolaysız ürünüdür.”
Türkiye Fanon’un anlattığı Cezayir’den farklı olsa da Türkiye’deki işçi ve emekçilerin durumu pek farklı sayılmaz. Yeni belirlenen asgari ücretin yılın ilk ayında açlık sınırının altında kalması, beslenme şöyle dursun, karın doyurmanın iyice güçleştiğini gösteriyor.
İşçiler, emekçiler ya örgütlenip mücadele edecek ya da açlıktan ölmemek için çalacak, çırpacak, para için öldürecek. Bu, abartarak vehmetme değil; maalesef nesnel gerçekliğin ta kendisi. Örgütlü mücadeleden kaçışın varacağı nokta çürümeden başka bir yer değildir. Yazık ki bunun işaretlerini fazlasıyla görüyoruz. Krizin derinleşmesine paralel şekilde bu çürüme örnekleri de artıyor.
***
Bir yanda çürüme derinleşirken öte yanda ise örgütlü mücadelenin, özellikle direnişçi kadın işçiler şahsında anlamlı örneklerini görüyoruz. Polonez direnişçisi bir kadın “ilk kez deniz kenarında yürüyorum” diyerek mutlu oluyordu. O mutluluğu yaşarken direnişi adımlıyordu. Örgütlü mücadele içinde direniş ve dayanışma, yürüyen Polonez işçisi kadının söylediği gibi, insan(lar)ı mutlu eden anlar da yaratıyor.
Fanon, çürütücü bekleyişten sıyrılıp ulusal kurtuluş mücadelesine geçen Cezayirlileri şöyle anlatıyor:
“Cezayir'de ulusal kurtuluş savaşının başlangıcından bu yana her şey değişti. Bir ailenin ... tüm yiyecek stoku bir akşam oradan geçiveren direnişçilere verilebilir. Ailenin tek eşeği yaralı bir savaşçının taşınması için ödünç verilebilir. Adam, birkaç gün sonra hayvanın uçaktan atılan bombayla öldüğünü öğrenince tehdide ve küfretmeye başlamaz. Eşeğini değil, yaralı adamın sağ salim olup olmadığını endişeyle sorar.”
Derinleşen kriz karşısında işçi ve emekçilerin tek bir seçeneği var: Örgütlenerek sömürü sistemine karşı mücadele etmek! Örgütlü mücadeleden kaçış ise bir seçenek değildir. Tersine, toplumsal çürüme bataklığına sürüklenişi kabullenmektir.
H. Ortakçı