Siyasal gericilik, toplumsal çürüme ve emperyalizm

Savaş ve saldırganlık tehdidi dışında emperyalist burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçi halklara sunduğu “yaşam” sömürü, servet ile sefalet arasındaki derin uçurum, çevresel felaketler, her şeyin metalaşmasının bir sonucu olarak insani değerlerin hiçliği, büyüyen toplumsal çürüme ve ahlaki çöküntü dekorludur.

  • Haber
  • |
  • Güncel
  • |
  • 25 Ocak 2017
  • 09:02

“Emperyalizm, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı, sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı, dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında paylaşılmasının tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.” (Lenin)

Emperyalizm, yani tekelci devlet kapitalizmi döneminde devlet aygıtının işlevi de daha belirgin görülmekte, parlamento dâhil tüm kurumlar sermaye tekellerinin özgürce “iş” yapabilmesi için çalışmaktadır. Sermaye tekelleri yeni yatırım, pazar alanları bulsunlar diye büyük emperyalist devletler zayıf ülkeler üzerinde ekonomik, siyasi alanda baskı kurar, kendine bağımlı kılar. Bununla birlikte emperyalist devletler arasında sömürü, yağma ve nüfuz alanları için rekabet her zaman devam eder. Kimi zaman da emperyalistler arası bloklaşmalar yaşanır. Bu bloklaşmalarda “müttefiklik” kavramı hızlı değişir ama neticede emperyalist savaş ve saldırganlık hali baki kalır. Zira sistemin “doğasında” bu vardır. Lenin’in ifadesiyle “emperyalizm politik olarak genelde şiddet ve gericilik eğilimidir.” Geçtiğimiz yüzyılın emperyalist devletler arasında yaşanan “soğuk-sıcak” savaşlarına ve de buna eşlik eden militarizme baktığımızda bu net olarak görülür.

Tarih sahnesine çıktığından bu yana emperyalist-kapitalist sistemin savaş ve saldırganlık politikaları nedeniyle milyonlarca insan ölmüştür. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda yaklaşık 13 ila 15 milyon, 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nda yaklaşık 65-75 milyon, 1945-2000 yılına kadar olan çatışma ve savaşlarda ise yaklaşık 41 milyon insanın öldüğü tahmin edilmektedir. Dünya üzerinde emperyalist işgal ve saldırganlıkla tehdit edilmeyen yer kalmamıştır. Emperyalizmin “doğası” nedeniyle bu kirli savaş politikaları günümüzde de artarak devam etmektedir. Son 5 yıl içinde silah ihracatında %14’lük artış bunu göstermektedir. Bu tablonun mağduru yoksul emekçi halklar olmakla birlikte en çok çocuklar bedel ödemektedir. SIPRI verilerine göre, günümüz dünyasında yaklaşık 540 milyon çocuk, yani her dört çocuktan biri tehlikeli ve istikrarsız ortamlarda yaşamakta, her yıl mayınlar yüzünden 8.000 ile 10.000 arası çocuk ölmekte ya da sakat kalmaktadır. Özetle emperyalist savaş politikalarının bir sonucu olarak milyonlarca insan ölüm, göç, yoksulluk, tecavüz gibi bedeller ödemekte, başta silah tekelleri olmak üzere emperyalist güçler ise sürekli kazanmaktadır.

*

Emperyalist kapitalist dünyada bir tarafta bir avuç “ayrıcalıklı” azınlık muazzam zenginliklere, teknolojik ve bilimsel gelişmelerin imkânlarına sahipken, milyonlarca insan sömürülmekte, baskı ve köleliğe mahkûm edilmekte, açlıktan, yoksulluktan, hastalıktan, sağlıksız koşullardan, iklim değişikliğinin neden olduğu felaketlerden ve savaşlardan muzdarip hale gelmektedir. Sistemin yapısal krizleri ile sorunlar kronikleşmekte, sistem ancak şiddet ve gericilik ile ayakta kalabilmektedir. Dünyanın çeşitli yerlerinde türlü biçimleriyle siyasal gericilik artmakta ve insanlığa kan kusturmaktadır. Kriz büyüdükçe, emperyalist ülkelerde de polis devleti uygulamaları yaygınlaşmaktadır. Bunun yanında dünyanın çoğu yerinde ırkçılık, milliyetçilik artmakta, dinsel gericilik güçlenmektedir. Gerici tarikatlar yoluyla bağnazlık yaygınlaşmakta, insanlığın şimdiye kadar elde ettiği bilimsel ve kültürel değerlere saldırılmaktadır.

Kirli savaş politikaları gereği emperyalistlerce beslenen IŞİD ve benzeri gerici örgütlere, günümüz ‘modern’ dünyasından da, öldürme ve tecavüz gibi vahşetleri uygulama imkânı verdiği için çeşitli ülkelerden katılım olması ciddi bir göstergedir. Batı’dan 4 bin 300 civarında kişi bu gericiliğin saflarına katılarak Suriye’ye gitmiştir. Bu gerici çetelere en çok Belçika, Fransa, Almanya ve Birleşik Krallık’tan katılım olduğu belirtilmektedir.

*

“Küreselleşen” dünyada nerede ucuzsa orada ürettirmek, nerede pahalıysa orada satabilmek için sermaye tekellerinin önündeki her türden sınır/engel kaldırılmıştır. Tekellerin yararına yapılan uluslararası sözleşmelerle özellikle geri bıraktırılmış, zayıf ülkelerin iş gücü, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri bu tekellerin (bu ülkelerin işbirlikçi egemen sınıfı ile birlikte) sınırsız yağmasına, sömürüsüne uğrarken, doğası ise kirletilir. Zira sermaye tekelleri çevre kirliliğini önlemek için alınması gereken tedbirlerden kendilerini “muaf” tutarlar. Ne de olsa önemli olan, sermayenin yüksek çıkarlarıdır!

Sistem özel mülkiyete dayandığı için, gelişen teknoloji ve üretimdeki kapasite artışı sayesinde üretilen maddi zenginlikler muazzam derecede artsa da bu, insan ve toplum yararına kullanılmaz. Daha fazla kâr elde etme gayesi ile dünya genelinde milyonlarca işçi aşırı sömürü koşullarında çalışır. Önemli bir çoğunluk ise işsizlikle boğuşur. Bu yüzden bu “zengin” dünyada her 6 insandan biri açtır. Oxfam’ın araştırmasına göre dünya nüfusunun % 1’i, 1. 1 milyon dolardan fazla paraya, yani toplam zenginliğin %41’ine sahiptir. Oxfam, daha önce 62 kişinin dünyanın yarısının servetini elinde tuttuğunu açıklamıştı; ancak İsviçre Bankası Credit Suisse’den aldığı yeni veriyle bu rakam 8’e düştü. Yani, dünyanın en zengin 8 kişisinin serveti, dünyanın yarısını oluşturan 3.6 milyar nüfusun servetinden fazla. Dünya nüfusunun %20’si, aşırı yoksulluk sınırı olan günlük 1.90 dolar gelir ile yaşamını sürdürmeye çalışırken, %71’i ise günde 10 dolar ile yoksulluk ile düşük gelir sınırları arasında yaşamaya çalışmaktadır.

Yoksul ellerin ürettiği maddi zenginlikler ise zenginlerin doymak bilmez lüks tüketimlerine giderken, diğer yandan da bu düzen “sorunsuz” sürsün diye devlet terörüne ve silahlanmaya harcanmaktadır. SIPRI enstitüsünün verilerine göre 2000 ile 2013 yılları arasında dünya çapında silahlanmaya harcanan paralar yüzde 52 artarak, yılda toplam 1,7 trilyon dolara ulamıştır.

Emperyalist çağda maddi zenginliklerin çokluğuna, bilimsel ve teknik ilerlemelerin gelişmişliğine rağmen insanların yaşadığı açlığa, kıtlığa, çevre kirliliğine ise çözüm bulunamaz. Çünkü kârlı bir yatırım değildir! Bundan dolayı her 19 saniyede bir çocuk açlık, hastalık, savaş sonucu veya ekolojik felaketler nedeniyle yaşamını yitirmekte, 900 milyon civarında insan ise temiz içme suyu bulamamakta, her yıl 2 milyon insan hava kirliliğinden yaşamını yitirmektedir.

Biliyoruz ki bu sorunlar sistemin kendisine sürekli kriz yaşatan işleyiş mantığı gereği yaşanmaktadır. Çünkü sömürüye dayalı bu sistemde birilerinin zenginliği, önemli bir çoğunluğun açlığı, yoksulluğu demektir. Her şey daha fazla kâr elde etmek içindir. Bu sistemde üretim, insan ve toplum yararına değil, pazar içindir ve bu nedenle her şey satılıktır! Buna insan bedeni de dahildir. Bu da bizi emperyalist çağda görülmemiş derece büyüyen toplumsal çürümeye, kültürel yozlaşmaya ve ahlaki çöküntüye götürmektedir.

Bu sistemde işçi ve emekçilerin emek gücü yanında bedenleri de sömürü konusudur. Daha çok kadın ve çocukların maruz kaldığı insan ticareti bu sistemde gelişen bir “sektördür!” Bunun sonucunda “en iyi durumda” göçmen işçiliğin tüm olumsuz sonuçlarına katlanmak varken, daha çok ise fuhuş, uyuşturucu ya da organ mafyalarının kurbanı olmak vardır. UNICEF verilerine göre sadece Asya’da bir milyon erkek ve kız çocuğu seks ticaretine alet edilmektedir. Bir sektöre dönüştürülerek özellikle Uzakdoğu, Asya gibi ülkelerde “seks turizmi” yaygınlaşmakta, pek çok zengin iş adamının özel uçaklarla buralara gittiği bilinmektedir.

Bununla birlikte bir başka “büyüyen sektör” olarak uyuşturucu sektörü de devletlerin de içinde olduğu mafyatik örgütlenmelere devasa kârlar kazandırmaktadır. Uyuşturucuya başlama yaşı oldukça düşmekte, “çağdaş” dünyada temiz içme suyu bulamayan çocuklar çok kolay uyuşturucuya ulaşabilmektedir!

Emperyalist sistemde insanlar savaşlarda, iş kazalarında, bakımsızlıktan ya da ilaçsızlıktan ölmediği koşullarda yine sistemin dayattığı koşullar nedeniyle intiharı bir seçenek olarak görüp ölmektedir. Sistemin getirdiği sömürü, baskı, yoksulluk, gericilik, toplumsal çürüme ve yozlaşma ortamında gelecek kaygısı artmakta, buna insani ilişkilerin metalaşması ve yabancılaşma eklenmekte, sonuçta intihar oranlarında ciddi bir artış yaşanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü raporuna göre dünyada her yıl 800 binden fazla kişi intihar etmektedir. Türkiye’de de durum vahimdir; son 40 yılda intihar vakalarında %50 artış görülmüştür.

*

Savaş ve saldırganlık tehdidi dışında emperyalist burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçi halklara sunduğu “yaşam” sömürü, servet ile sefalet arasındaki derin uçurum, çevresel felaketler, her şeyin metalaşmasının bir sonucu olarak insani değerlerin hiçliği, büyüyen toplumsal çürüme ve ahlaki çöküntü dekorludur. Sürekli savaş, kriz, bunalım içinde olan bu sistemin “sürdürülebilir” olmasının imkansızlığı arttıkça faşizme daha çok ihtiyaç duyulmakta, şiddet ve her türden gericilik yaygınlaşmaktadır. Gezegenin kendisini dahi yok oluşa sürükleyen bu sistemden kurtulmanın tek yolu ise devrimci sınıf mücadelesini bulunduğumuz coğrafyadan başlayarak tüm dünyada büyütmektir.