“Türk-Kürt kardeşliği”, “Terörsüz Türkiye” ve “Demokratikleşme” söylemleri eşliğinde, Türkiye’nin iç siyasal yaşamı yoğun bir gerici-şoven atmosferin içerisine sürüklenmiş durumda. Çoklu krizler içinde bunalan Türkiye’nin sermaye düzeni ve onun dümeninde bulunan dinci-faşist iktidar, baskı ve terörü, keyfilik ve zorbalığı adım adım katmerleştiriyor. Burjuva gericiliği adeta dizginlerinden boşalmış bulunuyor. Bu olgu, “terörizme karşı mücadele” ve “ulusal güvenlik” adı altında zaten kuşa çevrilmiş bulunan en temel demokratik hak ve özgürlüklerin neredeyse tümden gasp edilmesi ve terör rejiminin kurumsallaştırılması biçiminde kendisini gösteriyor. Dış politikada ise saldırganlık ve yayılmacılık politikası tırmandırılıyor. İçteki ve dıştaki saldırganlığın gerisinde, Türkiye kapitalizminin giderek ağırlaşan ve onu soluksuz bırakan çoklu bunalımı ve bunun yol açtığı sosyal-siyasal sonuçlar yer alıyor.
***
Erdoğan-Bahçeli iktidarının keyfilik ve zorbalıkta ne kadar ölçüsüz davrandığının ve davranabileceğinin sayısız örneği var. İktidara muhalif olan kurum ve kişilere dönük soruşturma, gözaltı ve tutuklama terörünün kapsamı, faşist Zafer Partisi’nin şefine kadar uzandı. Öteden beri soruşturma, tutuklama ve kayyımların hedefi olan DEM Partili birçok belediyenin yanı sıra CHP’li belediyeler de hedef alınıyor. “Hakaret davaları” Erdoğan’a karşı “öfkesini” dile dile getiren herkesi kapsıyor. Gazeteciler, yayın yönetmenleri “terörist” oldukları iddiası ve uyduruk gerekçelerle tutuklanıyor. Rejimin Gezi Direnişi histerisi ve dinmeyen kini, sanatçılara açılan davalarda kendini gösteriyor. “Yargı bağımsızlığını” yüzsüzce dilinden düşürmeyen Erdoğan ve iktidarı “yargı terörü” sopasını elden bırakmıyor. Demokrat, ilerici ve devrimci örgüt ve partiler sistematik operasyonların hedefi oluyor. Türkiye’de burjuva hukuk kurallarının dahi hiçe sayılıp çiğnenmesi, keyfi yargılamaların olağanlaşması, mahkemelerin göstermelik olması, sıradan hak arama protestoları karşısında sergilenen şiddet ve uygulanan devlet terörü “olağan” olaylar haline getirilmiş durumda.
Kürdistan’da on yıllardır kirli bir sömürgeci savaşı yürüten rejim, buna paralel olarak Türkiye’nin metropollerinde gelişebilecek sınıf ve kitle mücadelesinin korkusuyla işçi ve emekçiler üzerinde de terör estirdi. Her türlü muhalefet baskı ve zorbalık yoluyla acımasızca ezilmek istendi. Devrimci hareketin üzerine vahşice gidildi, sistematik saldırılarla imha edilmek istendi. Bugün de keyfiyet, baskı ve zorbalığa dayalı politikalar tırmandırılarak sürdürülüyor.
***
Türlü vahşet ve zulüm uygulayarak Kürt ulusal kurtuluş mücadelesini “bitireceğini” düşünen sermaye devleti, çözümsüzlük girdabı içinden çıkamamaktadır. Geleneksel inkâr ve imha politikasında ısrar eden ama bunun bir çözüm olmadığını gören iktidar, kimi zaman “açılım” ya da “süreç” söylemleri eşliğinde kendisine manevra alanları açmaktadır. Gerici-faşist rejim, bugün bir kez daha “milli birlik ve beraberlik”, “Türk-Kürt kardeşliği”, “demokratikleşme” vb. demagojik söylemler üzerinden benzer bir “süreci” gündeme getirmiş bulunuyor. Fakat, tüm bu aldatmacanın gündemi kapladığı bir sırada bile işçi ve emekçileri şovenizm zehri ile teslim almaya çalışıyor, kör bir kinle, ölçüsüz bir düşmanlık ve şiddetle içerde ve dışarda Kürtlere karşı kirli savaş politikasını sürdürüyor. Kürt ulusal mücadelesini kısmi tavizlerle teslim alabileceğini sanan rejim, teslimiyetin kabul edilmemesi durumunda sorunu kirli savaşı tırmandırarak çözmeye çalışmakta, böylece kısmi reformlar gerçekleştirebilme koşullarından bile mahrum olduğunu itiraf etmektedir.
Sermaye iktidarı askeri alandaki çözümsüzlüğün ve hezimetin derinleştiği bugünkü durumdan çıkış arayışlarına yönelmiş gibi davranıyorsa, bunun kendisi Suriye’deki gelişmeler ve oluşan Rojava özerk yönetimi realitesiyle yüz yüze gelmiş bulunmasından dolayıdır. Bu realite, Türk sermaye devleti için yeni bir açmaz anlamına gelmektedir. Zira, Güney’de devletleşmiş bulunan Kürtler, Suriye’de de fiili bir özerk yapıya kavuşmuş ve batılı emperyalistlerin desteğini almışken, Kuzey’de hala varlığı bile resmen kabul edilmeyen Kürt sorunu, büyük bir bunalım ve korku ögesine dönüşmüş durumdadır. Bu durum, Türkiye’deki Kürt sorunu gerilimini daha da şiddetlendirmektedir. Bir taraftan “yeni süreç-çözüm” aldatmacasını gündeme getirip, diğer taraftan “teslim olmazlarsa silahlarıyla birlikte gömülecekler” tehditleri ve kudurganlığı bunun ürünüdür.
***
Öte yandan, sermaye iktidarı işçi sınıfı ve emekçileri gerici-şoven zehirle sersemletmeyi, onlar üzerindeki baskı ve terörü tahkim etmeyi de hedeflemektedir. Zira ekonomik krizin faturasını işçi ve emekçilere ödetmek, onların biriken ve patlama dinamiklerini büyüyen öfkesini dizginlemek, dinci-faşist iktidar için bir tercihten öte nesnel bir zorunluluktur. Bundan dolayı işçi sınıfı ve emekçi kitleler üzerindeki baskı, terör ve zorbalık daha fazla derinleştirilecek, siyasal hak ve özgürlükler gasp edilecek, bu yolla işçi sınıfını hedef alan sömürü ve sosyal yıkım politikası pervasızca uygulanacaktır. Dolaysıyla gelişmelerin seyri “barış” ve “demokratik reformlar” yönünde değil, fakat siyasal gericiliğin daha da ağırlaşıp kurumlaşacağı biçimde seyretmektedir.
Bunun karşısına dikilebilecek, baskı ve terörü püskürtüp olayların seyrini değiştirebilecek tek güç Türkiye işçi sınıfıdır. Zira, mevcut gerici ve boğucu atmosferi dağıtabilecek, toplumsal muhalefet güçlerini dinci-faşist iktidara karşı ortak bir eksende birleştirebilecek ve devrimci sınıf-kitle hareketlerinin önünü açabilecek biricik odak işçi sınıfıdır. Devrimcileşmiş bir işçi sınıfı hareketi, Kürt sorununu bugünkü kısır döngüden kurtaracağı gibi Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesini, dolaysıyla devrim mücadelesini büyütmenin de tek çıkış yoludur.