Saray rejimi, iktidar gücünü elinde tutabilmek ve toplumu yeniden “dizayn” edebilmek için devlet aygıtlarını bir baskı aracı olarak kullanmayı sürdürüyor. Baskının temel ayaklarından birini ise düzen yargısı oluşturuyor. Kendini muhalif olarak nitelendirenlerin, ilerici ve devrimci insanların keyfi şekilde gözaltına alınıp tutuklaması bir rutin haline getirildi. İşçi ve emekçilerin tepkilerini örgütlü bir şekilde dile getirmesinden korkan rejim, bu dinamikleri harekete geçirebilecek örgütlü güçleri sindirmek istiyor.
İktidarın zorbalığı yeni olmasa bile, son günlerdeki olaylara bakıldığında saldırıların daha sistematik hale geldiği görülüyor. Sermaye iktidarı, kapitalist düzende “adalet” ve “hukuk” kavramlarının ne ifade ettiğini güncel anlamıyla da göstermiş oldu: Yargı tümüyle iktidarın aparatına dönmüş bulunuyor, önemli davalarda doğrudan saraydan aldığı talimatlara göre kararlar veriyor. Rejim “dikensiz bir gül bahçesi” yaratabilmek için ne yasa ne kural ne kanun tanıyor. İktidar yeni hapishaneleri övgü meselesine dönüştürebiliyor, “kullan-at” yöntemiyle işe koştuğu bazı hakim ve savcıları ödüllendiriyor, keyfi gözaltı ve tutuklamalar için artık hiçbir nedene, delile ihtiyaç duymuyor.
Geçtiğimiz günlerde Adli Yargı Hâkim ve Cumhuriyet Savcıları ile İdari Yargı Hakimleri Kura Töreni’nde konuşan Erdoğan, son süreçte artan keyfi gözaltı ve tutuklamalara karşı çıkanları hedef alarak, “Kimse yargıya ayar veremez” dedi. Bunu söylerken her ne kadar “hukuk bireyden üstündür” safsatasına sarılsa da Erdoğan, yargıya sadece kendisinin ayar verebileceğini ilan etmiş oldu.
Elbette bu saldırgan ithamların muhaliflere yöneltilmesi tesadüf değil. Güncel anlamıyla keyfi gözaltı ve tutuklamalar, tahakküm aracı olmanın yanı sıra, toplumsal öfkenin patlamasına ket vurabilme hesaplarıyla yapılıyor. “Yeni çözüm” aldatmacasına paralel olarak Kürt halkının kazanımlarına saldırılması, ID İletişim sahibi Ayşe Barım’ın tutuklanmasına gerekçe olarak Gezi Direnişi’nin gösterilmesi, Gezi Direnişi döneminde yayın yapan muhalif medyaya Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından inceleme başlatılması bu durumun birkaç göstergesi olsa da soruşturma, gözaltı ve tutuklama saldırıları her geçen gün yaygınlaştırılıyor.
Konuşmasında anayasaya da değinen Erdoğan, keyfi gözaltı ve tutuklamalara karşı çıkan insanlar için “Anayasa ve yasaları çiğneyebileceklerini zannediyorlar” dedi. Kendi anayasasını ayaklar altına alan, yargıçları parmağında kukla gibi oynatan rejimin tepesindeki kişi, başkalarını anayasayı çiğnemekle itham ediyor. Dahası, “Gerçekler beni ilgilendirmez. İstediğim yalanı söyler bütün kanallarda canlı yayınlatırım” demeye gelen bir pişkinlikle de konuşuyor.
Bu lafları eden kişi, işçi sınıfının anayasada var olan grev hakkını defalarca yasaklamıştır. İşçilerin kapitalistlere karşı verdikleri hak arama mücadelesini engellemek için, anayasayı ayaklar altına almakta bir an bile tereddüt etmemiştir. Keza anayasada yer alan sendikalı çalışma hakkı da yıllardan beri törpüleniyor. İşçiler düşük ücretlere, baskı ve mobbinge karşı tepki gösterdiklerinde, hakları için mücadele ettiklerinde devlet şiddetiyle karşılaşıyor, sendikacılar gerekçesiz bir şekilde tutuklanabiliyor ve yapılan grevler “milli güvenliği bozucu nitelikte” uydurmasıyla bizzat AKP Şefi’nin imzasıyla yasaklanıyor. Kısacası, bu düzende demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmak isteyen işçi ve emekçilerin anayasada yazılı olan haklarını küstahça çiğnemek, devlet yöneticilerinin “temel hakkı” olarak görülüyor.
Yargıyı kullanışlı bir aparat haline getiren iktidar, zorbalıkla toplumun öfkesini sindirmekten mutlu görünse de biriken toplumsal öfkenin patlamasından büyük korku duyuyor. Gezi Direnişi’nin sık sık gündem olması, bununla bağlantılı tutuklamaların gerçekleştirilmesi boşuna değil. İşçi sınıfının haklı ve meşru talepleriyle gerçekleştirdiği grevlerin ise “milli güvenlik” konusuyla ilgisinin olmadığını herkes biliyor. Esas mesele, rejimin hedefi olan “grevsiz sömürü cenneti” yaratma hesaplarının bozulması ve sermaye kodamanlarının sınıfsal çıkarlarının korunmasıdır.
Durum buyken “yargının bağımsızlığı”, “hukukun üstünlüğü” gibi lafların edilmesi iktidarın uydurduğu demagojilerden başka bir anlam taşımıyor. Rejim, zorbalık dozunu artırdıkça, “hukukun üstünlüğü”, “yargının bağımsızlığı” laflarını daha çok ediyor. Belirtmek gerekiyor ki, sözünü ettikleri hukuk da kapitalist sınıfın çıkarlarını korumak için var. Ancak iktidar bu hukuku bile artık dikkate almıyor. Yüzyılların sınıf mücadeleleriyle kazanılan bazı hakların anayasada yer almasına ise tahammül edemiyor. İcraatlarıyla bu hakları fiilen ortadan kaldırıyor. Bu koşullarda en basit demokratik hak ve özgürlüğü kullanabilmek bile bir mücadele sorunu haline gelmiştir. Artık hakları koruyup kullanabilmek, ancak fiili-meşru mücadele ile mümkün olabilir.
S. Sancar