Necmettin Büyükkaya’yı anarken...

Necmettin elbette bir Kürt’tü, öncelikle de bir Kürt yurtseveriydi. Ama o aynı zamanda kendi sözleriyle “Marksist-Leninist bir komünist”ti. Siyasal kişiliğinin bu yanı yok sayıldığında geriye Neco değil, Kürtlerin sayısız kahramanlarından biri kalır yalnızca.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 24 Ocak 2025
  • 08:00

12 Eylül rejiminin işkence yöntemlerinin denenme laboratuvarlarından biri olarak ün yapan Diyarbakır 5 Nolu zindanı, 1981-1984 yılları arasında, 20’si işkence, 5’i açlık grevi, 9’u dayatılan onursuzluğu kabul etmek yerine yaşamına son vermek olmak üzere toplam 34 can alır. Buna ruhsal ve bedensel olarak sakat edilen binlerce tutsak eklendiğinde, vahşetin sınırsızlığı kendiliğinden anlaşılır. Bu vahşetin 41 yıl önce yaşamdan kopardıklarından biri de “Biz marksist-leninistiz” diyen Kürt devrimcisi Necmettin Büyükkaya, akranlarının ve Kürt yurtseverlerinin adlandırdıkları gibi, “Neco”dur.

Necmettin Büyükkaya’nın mücadelesini ve 12 Eylül karanlığını parçalama direnişi içinde sonlanan yaşamını daha önce Kızıl Bayrak’ta kaleme almıştık. (Bakınız: /ana-sayfa/degerlendirmeler/guncel/katledilisinin-38-yilinda-necmettin-buyukkaya-sinir-tanimayan-bir-dava-insani-baki-duman

Bu yazımızda ise devrimci okurun dikkatini 40. yıl vesilesiyle yayınlanan Tanıklıklarla NECO/ Necmettin Büyükkayakitabına ve bu kitabın düşündürdüklerine çekmek istiyoruz.

***

Kitabın ilk baskısı Aralık 2023 tarihini taşıyor. Bildiğimiz kadarıyla, şu ana kadar İsveç’in Stockholm, Danimarka’nın Kopenhag, İsviçre’nin Zürih, Almanya’nın Berlin, Hollanda’nın Nijmegen, Amsterdam ve Rotterdam, Fransa’nın Paris ve Güney Kürdistan’ın Süleymaniye kentinde iki olmak üzere toplam on tanıtım toplantısı yapıldı. Son tanıtım toplantısı ise 9 Şubat 2025 günü İngiltere’nin Londra kentinde yapılacak. 

Toplamı 66 imzadan oluşan tanıklıkları buluşturan Kürt yazar Kadir Büyükkaya ile fedakarlıklarıyla ona bu işi yapma imkanı yaratan ailesi, “Necmettin Büyükkaya’nın mücadele ve direniş mirasının gelecek kuşaklara aktarılabilmesi amacıyla hazırlanan” kitabın yayınına geçen emekleri nedeniyle her türlü takdiri ve teşekkürü hak ediyorlar. Ortaya çıkan eserin “toplumsal hafızamıza hizmet” edeceğinden ise kuşku duymamak gerekiyor. Kitaptaki her yazıdan öğrenilecek çok şey var. 

Okur, söz konusu tanıklıklarla, 1920’li ve ‘30’lu yıllardaki Kürt katliamları ile “mecburi iskân” adı verilen zorla göçertmelerin ardından bir süreliğine suskunluk dönemi yaşayan, 1950’lilerin ikinci yarısından itibaren yeniden ivmelenen ve 1960’lı yılların sonunda başlayıp 1970’li yıllar boyunca kitlesel uyanış sürecine giren Kürt özgürlük mücadelesinin pratik seyrini izleyecektir.  Bu süreçte olumlu ve olumsuz tüm yaşananlar, ‘68 kuşağından İstanbul DDKO’nun kurucu başkanı Necmettin Büyükkaya üzerinden anlatılıyor. ‘60’lı ve ‘70’li yıllarda Türkiye ve Kürdistan’daki mücadelenin seyri, 12 Eylül 1980 faşist darbesinin ardından yaşanan büyük kırılma, kaçışmalar, teslimiyetler ve ihanetler ortaya konuluyor.  Diyarbakır 5 No’lu zindanındaki büyük siyasal ve moral çöküşün devrimciler şahsında teslimiyete ve ihanete karşı isyana dönüşmesi, bu isyanın dirilişe ve küllerinden yeniden doğmaya eşlik etmesi... Tüm bunlar insana, “İyi ki bu dünyada devrimciler yaşadı ve yaşıyor. Eğer onlar olmasaydı, bu dünya gerçekten iğrenç kokan bir çöp yığınına dönüşürdü” dedirtiyor. 

Devrimcilerin fedakâr ve çilekeş annelerinin anlatımını, bu anlatımların verdiği derin acının tanımsızlığını bir kez daha fark ediyor, yarattığı hüznün etkisinden günlerce çıkamıyorsunuz. Bu analardan biri, sayısız yurtsever ve devrimciye evini açmış, onları oğlundan ayırmamış, evini savaş içindeki Güney’den gelme YNK’lılar için bir revire çevirmiş, yaralarına merhem sürüp sütlerini eksik etmemiş olan Aliye Büyükkaya. Onun inanılması zor sezgilerini, kuralsızlığa karşı acılı serzenişlerinin hikayesini de okuyorsunuz ve böyle yiğit analar elbette yiğitler doğurur ve yetiştirir diyorsunuz. 

Ya da, paraları olmadığı için arkadaşlarının aralarında topladıkları para ile nişan yüzüklerini aldıklarını söyleyen, nişanlandıktan sonra dört yıl boyunca onu göremeyen, evlendikleri gün bile ani çıkan devrimci bir görevden ötürü saatlerce beklemek zorunda kalan hayat arkadaşı Cemile Büyükkaya’nın 1988 yılında Medya Güneşi’ne verdiği röportajda söyledikleri... ‘70’li yıllardaki dev dalgada sayısız kez kanının son damlasına kadar mücadele yemini edip, dalga kırıldıktan hemen sonra eşlerini devrimci mücadeleden çekmek için başvurmadık yöntem bırakmayanların ayıplarını yüzlerine vururcasına ettiği sözler: 

“Onun özel yaşamı hiçbir zaman devrimci mücadelesine engel olmadı. Paylaşmayı, sevgiyi, özveriyi onunla öğrendim ve ulusal benliğimi kazandım. (...) Şu an ‘ihanet pahasına’ dışarda dolaşanlar gibi olmaktansa, onurlu bir ölümü tercih ettiğinden eşimle gurur duyuyorum. (…) Ölüm bir devrimci için yabancı bir olay değil, her an karşına çıkabilecek bir şey. Biz bunu yaşantımız boyunca yaşadık ve bizi ürkütmedi. Güzel bir dünya yaratma savaşımında çekilen acılar da güzeldi. Fakat ölümü çocuklara anlatmak zor oluyor...”

Gerçekten de! Belki de onların Laleş gibi olgunlaşmalarını ve dünyayı anlamalarını beklemek gerekiyor. Silvan DDKO kurucularından, TİP üyesi ve Dr. Şıvan önderliğindeki T-KDP’nin önde gelen kadrolarından, Neco’nun bir dönemki yoldaşlarından Muhterem Biçimli’nin kızı Laleş Biçimli, bize bu zorluğu aşmanın sırrını kendi deneyimi üzerinden anlatmış:

“Yıllar sonra Kekê Neco’nun büyük kızını gördüm. O da benim gibi annesinin nuxwırisi (ilk çocuk) idi. Ona sen de benim gibi miydin; sen de baban sağken bile özleyenlerden miydin; sen de ona ve arkadaşlarına bu kadar güven ve sevgiyle âşık mıydın; sen de benim gibi babaların çok iyi birer devrimci olabileceklerini ama çok iyi baba olamayabileceklerini düşünenlerden miydin; sen de benim gibi baba hasretiyle yanarken babanın arkadaşlarının da selamına hasret kalanlardan mıydın diye sormak istedim ama soramadım…”

***

Geçtiğimiz yüzyılda Türkiye ve Kürdistan birkaç kuşak devrimci ve sayısız kahramanlar tanıdı. Bunların bir kısmı bilinir, bir kısmı ise sahipsiz bırakılır. Dr. Şıvan, Çeko ve Brusk’tan sonra sahipsiz bırakılan bir başka sınır tanımaz devrimci de Necmettin Büyükkaya’dır. Ne iyi ki önce kardeşi, şimdi de Kadir Büyükkaya bu vefasızlığa son verdiler. Neco Kürt yurtseverliğinin ve Türkiye sosyalist güçlerinin bir değeri olarak artık gerçek yerinde oturuyor. Bu bağlamda onun “mücadele ve direniş mirasının gelecek kuşaklara aktarılabilmesi amacı”na uygun olarak birkaç hususu da biz hatırlatmak istiyoruz. 

İmkânsızlıklardan imkân yaratan”a karşı kıskançlık mı yoksa?

Eskiyi aşacak, yeni döneme teorik bakışı ve siyasal yol göstericiliğiyle ışık tutacak önder ya da yöneticilerin önünü kesmek için düşmanın her türlü hile, iftira ve karalamaya başvurduğunu tarihsel örnekleriyle biliyoruz. Başa çıkılamadığı durumlarda buz kırıcılar ile çığır açanların imha edildiklerini de... Osmanlı’nın son dönemlerinde Ermeni yurtseverlerinin Beyazıt Meydanı’nda asılmaları, ardından Türkiye’nin ilk komünist çekirdeğini oluşturan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de katledilmeleriyle başlayan süreç, ‘71’in devrimci önderlerinin dağlarda, işkencelerde ve idam sehpalarında katledilmeleriyle devam etti. 

1960’ların devrimci kuşağı, ezilen sınıfların sosyal mücadeleleri içinde, farklı fikirlerde olsalar bile ortak düşmana karşı birleşik mücadelenin gücünü gördüler ve hep dayanışma içinde oldular. Dr. Şıvan’ın THKO ve THKP-C’nin çıkışlarını öğrendikten sonra “keşke gelseler, biz bu işi birlikte yürütsek” demesi, Denizler’in idamını engellemek için Mahirler’in kendilerini feda etmeleri, devrimci mücadelede kardeşlik günlerinden akıllarda kalan iki örnektir. 

Bu aynı dönemde önce Dr. Şıvan’a, ardından İbrahim Kaypakkaya’ya karşı yeni bir yönteme başvuruldu. Kürt yurtseverlerinden Dr. Şıvan için “kariyerist”, “sekter”, “geçimsiz”, “aşırı” denilmiş ve “KGB” hatta “CIA ajanı” olduğu iftiraları atılmıştı. İbrahim Kaypakkaya ek olarak “hizipçi” olarak nitelenmişti. Onların fikir ve eylemleriyle başa çıkamayan düşman sonuçta imha yoluna başvurmuştu.

Bu ithamların hangisi devletin karanlık odalarında hazırlandı, hangisi sol içindeki devrim düşmanı feodal, liberal ya da reformist öğelerin icatlarının ürünüydü ve hangisi solcu küçük-burjuva şeflerinin burjuvazinin cephaneliğinden ödünç aldıkları kirli silahlardı? Bunun esasa ilişkin bir önemi yok. Fakat bu yöntemlerin ‘70’li yıllardan sonra solun içinde ve üstelik gerçek bağlamlarından kopartılarak kullanıldığını biliyoruz. Bunun kimi zaman devrimci çıkışları sabote ettiğini ve bazı durumlarda sayısız devrimci kanının akıtılmasına yol açtığını da... Kardeşlik günlerinin kuşağı olan ‘60’lı yılların devrimci ve sosyalistleri, “ya hep beraber ya da hiçbirimiz” bakışını ‘70’li yıllara taşımaya önderlik etme imkanları elde edemeden sermaye iktidarı tarafından imha edildiler. Necmettin Büyükkaya gibi bayrağı devralarak ileri taşıyabilecek bazı devrimciler ise inanılmaz bir iftira, dedikodu ve öteleme kampanyasıyla boğuşmak zorunda bırakıldılar. Şimdi yapılan bu büyük haksızlıkları lanetleme zamanıdır. 

Necmettin Büyükkaya yukarıda tanımladığımız düşmanca yöntemin en büyük mağdurlarından biridir. Kadir Büyükkaya’nın kitap tanıtım toplantılarındaki  yüz ifadelerinden, inkârcı ve iftiracıların yaptıklarından duyduğu acının hala dinmediğini görmek mümkündü. Tanıklıklarla NECO/ Necmettin Büyükkayadaki yazısında Bedirhan Epözdemir de, bir vicdan muhasebesi sonucu olsa gerek, sorunu bu açıdan irdelemiş. Çok da iyi etmiş. Bunu keşke zamanında Ömer Çetin gibilerle yol arkadaşlığı yapmış öteki yurtseverler de yapabilselerdi. 

Bedirhan Epözdemir Neco’yu, didişmeler, itişip kakışmalar ortamında, örgütsel fanatizmin körüklendiği, örgütsel rekabet adına sekterliğin hızla ilerlediği, ret ve inkârın boy verdiği, tabanın yapılanlara sessiz kaldığı ve suyun başını tutanların bundan cesaret aldığı ‘70’li yılların ikinci yarısında tanıdığını anlatıyor. Neco’nun özgürlük mücadelesi meydanına hesapsız çıktığına ilişkin tanıklığının ardından, sözü asıl isyan ettiği hususa getirerek “dürüst olmak lazım”diyor ve ekliyor: 

“Kürt siyasetinin büyük çoğunluğu o yıllarda, onun imkânsızlıklardan imkân yaratan mücadelesinden, hırs ve azminden adeta ürktü. (…) Kürt siyasi örgütleri ‘taban kayar’ endişesiyle birbirilerine ambargo uyguluyorlardı. Bu ambargolardan Büyükkaya da nasibini alıyordu.”  

12 Eylül darbesinin ayak sesleri geldiğinde, pek çok örgüt liderini ve Kürt militanını güvenli yere aktaran, bazılarını sırtında taşıyan Necmettin’in yakalanış haberinin veriliş biçimini Bedirhan Epözdemir hala unutabilmiş değil: “Sorumlu olduğunu sandığım bir arkadaş, adeta müjde verir gibi, Neco’nun yakalandığını söyledi.” 

Bu haberi veren zihniyeti, Ömer Çetin’in başında olduğu yapının Necmettin’e yaptıklarına ses çıkarmamasını insan yerli yerine oturtabiliyor. Fakat bu suça istemeyerek de olsa ortak olanların neden hala da vicdani bir hesaplaşma yaşamadıkları bir soru olarak kalıyor.

Necmettin Büyükkaya Kürt dünyası içinde 1970’li yılların meyve veren ağacıdır. Bu ağacın düşmanlarca taşlanmasını anlayabiliriz. Fakat dostların bu duruma seyirci kalmış olması unutulmamalı. “Birtakım noktaları es geçmek, bazılarımızı üzse bile, dokunmadan geçmek olmaz. (…) Eğer tarihimizden ders çıkarmak istiyorsak bunun zamanı”dır diyen Bedirhan Epözdemir gerçek Kürt yurtseverliğinin sesi ve vicdanı olarak konuşuyor.   

Necmettin Büyükkaya’yı gelecek kuşaklara anlatırken...

Kuzeyli Kürt aydını ve yurtseverleri kitaba verdikleri yazılarında, Necmettin Büyükkaya’yı yalnızca Kürt kimliğiyle anlatmayı tercih etmişler. Onun Kürt özgürlük savaşçısı bir sosyalist olduğu gerçeğine değinmiyorlar. Bazı Güneyli yurtseverler ile Türkiye’nin bazı aydın ve devrimcilerinin yazıları ise yaratılan boşluğu yazık ki tam kapatamıyor. 

Necmettin Büyükkaya’yı anlatırken onun siyasal kişiliğini tüm yönleriyle vermek, anısına saygının bir gereğidir. Bu aynı zamanda ilerici aydın ve yurtseverlerin kaçınamayacakları bir sorumluluktur da. Neco’nun Kürt kimliğini anlatmak ama onun sosyalist bakışını görmezden gelmek, tıpkı bazı çevrelerin Deniz Gezmiş’i “ama o hiç kan dökmemişti” diyerek devrimci kimliğinden arındırmalarına, Yılmaz Güney ve Nazım Hikmet’in de yalnızca birer sanatçı olduklarını söylemelerine benziyor. Oysa Necmettin, Deniz, Yılmaz Güney ve Nazım Hikmet, her şeyden önce ve öncelikle, birer devrimci ve sosyalisttiler. Diyelim ki Aydın Engin gibilerinin döneme ilişkin tanıklığı henüz bilinmiyordu. Fakat Necmettin Büyükkaya’yı gerçek kimliğiyle anlatmak için onun yazdıklarına bir göz gezdirmek ve kardeşi Şerwan Büyükkaya’nın 1992 yılında kaleme aldığı “Kalemimden sayfalar” derlemesinin önsözünü okumak yeterliydi.  

Necmettin Büyükkaya işe Sosyalizmin Alfabesi’ni okuyarak başlar

İstanbul Üniversitesi işgali devrimci gençlik hareketinde bir sıçrama anıdır. Necmettin Büyükkaya, Deniz Gezmiş’le birlikte “işgal konseyi”nin bir üyesidir. Aydın Engin’in anlatımından anlıyoruz ki, Necmettin Büyükkaya’nın İstanbul yaşamı fabrikaların gece vardiyalarında çalışmak, faşist saldırılara karşı koymak ve vakit bulduğunda da Sosyalizmin Alfabesi’ni okumak ve tartışmakla başlar. 

Kürt Necmettin’in yolu, Ege’nin zeytin yağlı yemeklerini öve öve bitiremeyen Türk Aydın Engin ile İstanbul’da bir yurt odasında kesişir. Öyle hemencecik kaynaşmasalar da, yurt odası okul içinde okuldur. Okurlar, tartışırlar, gelişirler ve kaynaşırlar. O günün gençliğinin azımsanmayacak bir kesimi düşünen, eleştiren, köhnemiş düzenin değiştirilmesini isteyerek yeniye yönelen, toplumun geleceğini insani koşullara göre düzenleme ideallerinin peşinden koşan, kendilerine kul ve sürü muamelesi yapılmasını kabullenmeyen gençlerden oluşur. Bir bölümü sonradan köklerinden koparak savrulsa, hatta içlerinden nedamet getirenleri olsa da, ‘68 gençlik kuşağının sol kesimi, ana kitlesiyle devrimci ve sosyalisttir. Kendilerini marksist-leninist olarak görür, öyle tanımlarlar. Bu iki genç de kendilerini, yükselen dalganın içinde, hatta ön saflarında birer sosyalist olarak bulurlar. 

Biri Kürt, öteki Türk bu iki oda arkadaşının paylarına düşen ilk “ödül”, yurt haklarının ellerinden alınması olur. Fakat onlar alternatiflerini hemen yaratırlar. Fabrikanın gece bekçiliğinden kazanılan para, Küçük Langa’da küçük bir daireyi karargâhlarına çevirerek sosyalizmin keşfine çıkmaya yeter. Ev dolar taşar. Kürdü, Türkü, işçisi, öğrencisi için adeta “yolgeçen hanı”dır ev. Tartışmalarına bazen Köy Enstitüsü çıkışlı TÖS militanları da katılır. Kürt meselesi tartışılırken TÖS’lüler “Kürt, Türk yok arkadaş, insan var insan!” diye masayı yumruklayınca, Kürdün tepesi atar: “Türk de var Kürt de var!” diyerek, masaya bir yumruk da o vurur. 

Bu bir tartışmadır ama hiçbir biçimde bir kavga değil. Tartışırlar, sonra faşist saldırganlığa karşı omuz omuza, sırt sırta verirler. Birlikte üretici köylülerin eylemlerini desteklemeye ya da işçi grevlerini ziyarete giderler. Ulusal özgürlük ile sınıfsal mücadelenin bir bütünlük oluşturduğu gerçeğini pratikte öğrenirler. Sosyalizmin Alfabesi’nden öğrendikleri onlar için kitlelerin eğitilmesi ve devrimci eylemlerini örgütleme sürecinde somut hale gelir. 

“Neco ön saflarda sosyalist kimliğiyle mücadeleye koyuldu” 

Necmettin’in kardeşi Şerwan Büyükkaya, 1992 yılında Necmettin’in değişik zamanlarda tuttuğu notları, yazdığı mektup ve yazıları derleyerek “Kalemimden sayfalar” adıyla yayınladığı kitabın Önsöz’ünde şunları yazıyor: 

“[Necmettin]Asıl olarak siyasi faaliyetlerine üniversite yıllarında başladı. ‘68 kuşağının içinden gelen bir devrimci olarak o kuşağın asil, yiğit, tertemiz, onurlu ve en önde yürüme erdemlerini, düşmana taviz ve aman vermeyen militan ruhunu yaşamı boyunca üstünde taşıdı. (…) Üniversite yıllarında seyrek de olsa ara sıra memlekete uğradığı olurdu. O dönem Siverek ve çevresinde sol ve ilerici hareketlerin iki temel dinamiği vardı. Bunlardan biri özünde emekçi sınıfların mücadelesini temsil eden TİP, diğeri de zaman zaman ve yer yer bu dinamikle bütünleşen, çakışan ama özünde bunun dışında varlığını sürdüren, Doğu Mitingleri'yle başlayan dönemin Kürdistan ulusal kurtuluş hareketi dinamiğiydi. Bu dinamiklerin birinde yer alan çoğu zaman diğerinde de yer alıyordu. (…) Kürt olsun olmasın Doğu’dan ya da Kürdistan’dan gelip de metropollerde öğrenim gören gençler, oralarda sosyalizm için barikatlarda savaşanlar, sol sloganlar atanlar; zulmün duvarını zorlayan, tüm Ortadoğu'yu altüst edecek, halklara özgürlüğü, eşitliği, kardeşliği ve demokrasiyi vaat eden Kürdistan devriminin de içinde buldular kendilerini. (…) Sosyalist kimlikle Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinde yer almak gibi doğal ve yerinde bir gelişmeydi bu. 

“Ne ki sosyalizmi ve enternasyonalizmi yeterince kavramamış olan o dönemin bu sosyalist genç ve aydın insanlarından bazıları, Kürt burjuva milliyetçiliğine yöneldiler. Hatta bu yüzden ve tabii ki Türkiye sosyalist hareketinin zaafları gibi diğer bazı sebeplerin de etkisiyle, Türkiye ve Kürdistan’daki sosyalist hareketler arasında suni duvarların örülmesine neden olundu. Yukarıda bahsettiğimiz her iki dinamiğin içinde doğal olarak Neco da yerini aldı ve en ön saflarda sosyalist kimliğiyle mücadeleye koyuldu. Ancak O hiçbir zaman milliyetçi olmadı. Gerçi Neco olayların doğal seyrinden ötürü 12 Mart 1971 darbesinden şehit düştüğü tarihe kadar siyasi ve örgütsel çalışmalarını Kürdistan devriminde yoğunlaştırdı. Bununla birlikte Türkiye komünistleriyle, tüm Ortadoğu komünistleri ve hatta dünyanın devrim ve demokrasi odaklarıyla bağlarını koparmadı, enternasyonalist ilişki ve dayanışmayı, dünya devriminin çıkarlarını her şeyin üstünde tuttu.” 

Yukarıya aktardığımız satırlar Şerwan Büyükkaya’nın fikirlerinden çok, Necmettin Büyükkaya’nın Suriye’de güvendiği bir tanıdığına bıraktığı, Şerwan’la birlikte Kadir Büyükkaya’nın sonradan devraldıkları yazı ve belgelerden süzülmüş sonuçlardır. Bu sonuçlar bize Necmettin Büyükkaya gerçeğinin nasıl anlatılması gerektiğini de gösteriyor. 

Ulusal hassasiyetleri olan duruşu net bir sosyalist!

YNK kurucularından Ömer Şehmuz da Necmettin Büyükkaya’yı daha çok ulusal özgürlük mücadelesi içinde yaptıklarıyla tanır. Ömer Şehmuz Necmettin Büyükkaya’yı Faik Bulut’a anlatırken onu “cana yakın, güler yüzlü, doğru sözlü, Kürdistani bir düşünce ve inanca sahip bir sosyalistti” diye tanımlar.   

Faik Bulut önsöz niyetine kaleme aldığı metinde “Neco’nun fikirleri henüz hamdır, yeterince olgunlaşmamıştır. Cevher dolu fikirler, usta bir kuyumcunun elinde yerli yerine oturtulmayı beklemektedir” diye yazıyor. Bu saptama kısmen doğru. Fakat bu, henüz program düzeyinde sistematize edilmemiş olsa bile, onun Kürt dünyası ve uluslararası proletaryanın kurtuluşuna ilişkin marksist düşüncelere sahip olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Köklerini Dr. Şıvan’ın Kürt milliyetçiliği tezlerinden alan ulusal bakış ile marksist-leninist fikirler Necmettin Büyükkaya’da bir arada bulunurlar. Kürt halkının özgürlüğünü kazanması bir ilk adımdır derken, Kürtlerin Che Guevarası Dr. Şıvancıdır. Asıl amaç, kapitalist-emperyalist sistemin yıkılarak sosyalizmin kurulmasıdır diye yazdığında ise marksist fikirlerini dile getirir. Önce özgürlük, sonra kesintisiz olarak sosyalizm. Aynı dönemde Türkiye devrimci hareketinde bunun karşılığı, önce demokratik devrim, ardından kesintisiz olarak sosyalizme geçişti. Kürt sorunu da özünde bir demokrasi sorunu olduğuna göre, 1960’lı ve ‘70’li yılların Türk ve Kürt solunda demokratik halk devrimi ve ardından kesintisiz sosyalizm olarak formüle edilebilecek ortak bir program vardı ve bu her iki kesimde de marksist-leninist bakış genel kabul görüyordu. 

Yine de Necmettin Büyükkaya’nın belli bakımlardan Dr. Şıvan’dan ayrıldığını belirtmek gerekiyor. Necmettin Büyükkaya’nın yaklaşımında, Dr. Şıvan’dan farklı olarak, demokratik görevlerin ön planda olduğu süreçte de büyük mülk sahibi sınıflarla aynı saflarda bulunmak yoktur. Sömürücü sınıfların hâkim oldukları devletlerle ilişkiler kurmak ve kapitalist-emperyalist devletlerden yardım talep etmek onun bakışına yabancıdır. Fakat sömürgeci dört devletin sınırları içindeki işçi ve köylüler ile merkezinde zamanın Sovyetler Birliği’nin olduğu uluslararası proleter hareketle tam bir uyumun olması gerektiği bakışı çok nettir. Önderi olduğu Komela Azadiya Kurdistan (KAK) örgütü Merkez Komitesi, 7 Haziran 1980 tarihinde yaptığı 9. olağan toplantısında, örgütün ismini Kürdistan Komünist Partisi (Örgütlenme Komitesi) olarak değiştirme kararı alır. İlk hedefi, Kürdistan’da uluslararası komünist hareketin bir parçası olacak, Kürt özgürlük mücadelesine önderlik ederek kesintisiz olarak sosyalizme yürümeyi güvence altına alacak, dört parçayı kapsayacak bir marksist-leninist komünist partisi kurmaktır. “Hareketimiz sömürgecilik, ilhak, işgal ve emperyalizmle birlikte kapitalizme karşı olmayı da programına alacaktır. Hareketimiz dünya proleter hareketinin ayrılmaz bir parçasıdır.” (Kalemimden sayfalar, s.87)

Necmettin Büyükkaya, 1982 yılı başında platformunu şöyle formüle ediyor: 

“Kürdistan Halk Kurtuluş Devrimi (KHKD)'nin ödevleri ile metropol ülkeler (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) proleter devrimlerinin ödevleri değişiktir. (…) Bunları özdeşleştirmek yanlıştır. Fakat bunlar birbirlerinden kopuk değillerdir. Birbirlerinden soyutlanamazlar da. Genel olarak her iki devrim de tek ortak bir hedefin gerçekleşmesine hizmet ederler.” (Kalemimden sayfalar, s.561) 

1960’lı yılların gençlik heyecanıyla edilmiyor bu sözler. Siyasal kişiliğinin artık oturduğu ve ideolojik bakışının netleştiği 1982 yılı başında, yani esir düşmeden hemen önce yazılıyor. Kürdistan sosyalistlerine o günkü çağrısı ise şöyledir: 

“Gerek birleşik-bağımsız-demokratik Kürdistan hedefine en hızlı ve en az zararla varabilmek, gerekse ulaşılan noktada çakılıp kalmamak, daha ileriye, ulusal sömürü ve baskı ile kapitalist sömürü ve toplumsal baskıyı bertaraf etmek için”, “devrime önderlik edecek demir disiplinli Marksist-Leninist bir İşçi Sınıfı Partisi” yaratmak ilk adımdır.

Peki bütün bunlar biliniyorken ya da bilinmesi gerekirken onun sosyalist kimliğinden niye söz edilmez? Şerwan Büyükkaya’nın bu soruya 1992 yılında verdiği yanıttan yaklaşırsak, bu yaklaşımın nedeni Küçük burjuva milliyetçiliği”dir.

İnkarcılığa karşı mücadele edenler inkârcı olmamalı

Necmettin Büyükkaya’nın marksist kimliğini görmezden gelen Kürt milliyetçilerinin bir iddiası var: Devrim ve sosyalizm ulusal sorunu çözemedi, Sovyet deneyimi ulusal sorunu çözmede başarısız kaldı diyorlar ve ekliyorlar “Kürt sorunu batılı devletlerin yardımıyla çözülebilir.” 

Bu Amerikancı yaklaşım tarihsel bir yanılgı ve inkârcı bir tutumun ürünüdür. Sosyalizmin sınıf düşmanlarının her türlü karalamalarının bir mantığı vardır. Fakat geçmişinde sosyalistlik olan ve inkârcılığa karşı mücadele ederek bedel ödeyenlerin sosyalizm düşmanlarıyla aynı dili kullanmaları üzücüdür. 

Tarih Bolşeviklerin ulusal sorun ve ulusların kendi kaderini tayin hakkına yaklaşımından daha akılcı, daha uygulanabilir bir yol henüz bulmuş değil. Önyargılarla, ezberlenmiş sözlerle değil, somut pratik üzerinden konuşmak gerekiyor. 

Bolşevik Devrimi, bir “halklar hapishanesi” olan Çarlık Rusya'sından, özgür ulusların gönüllü birliğine dayalı Sovyetler Birliği'ni çıkardı. Onbeş ayrı cumhuriyet ile içinde 50 bin Kürdün yaşadığı 70 bin nüfuslu Kızıl Kürdistan’ın da yer aldığı, çok sayıda özerk bölgeden oluşan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni (SSCB)... Emperyalist gerici propaganda, on yıllar boyunca, cumhuriyetler birliği formunu tümüyle bir görüntü, biçimsel bir aldatmaca saydı. Peki gerçek neydi?

Dağılan Sovyetler Birliği geriye onbeş bağımsız devlet bıraktı; net sınırları, dili, bayrağı, özgün kültürü ve yönetim aygıtı olan... Yeni devletlerin yaptıkları tek şey, dünün devrimci sembollerini burjuva gericiliğinin yeni sembolleri ile değiştirmek oldu. O koca Sovyet ülkesinde yalnızca Karabağ ile Moldovya üzerinden sorunlar çıktı ki, bunlar devrim öncesi dönemden kalma sorunlardı. Sosyalist Ekim Devrimi bunları halkların ortak çıkarlarına uygun olarak çözmüştü. Ekim Devrimi’nin kazanımları yok edilip gerisin geri burjuva toplumuna dönülünce, o eski hesaplar kapsamında bu sorunlar yeniden gündeme geldi. Elbette gerici burjuva milliyetçiliğinin çekişme ve çatışma konuları olarak... 

Devrimin çözümüne bir başka örnek Çekoslovakya’dır. Tek bir kurşun atılmadan, Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak, iki ülke birbirinden ayrıldı. Çünkü o kusurlu sosyalizm döneminde bile bu toplumlar, karşılıklı olarak birbirlerinin kimliklerini, kültürlerini, dillerini kabul etmiş, bunu derinlemesine sindirmişlerdi. 

Birinci emperyalist savaşın ardından bağımsız bir devlet olarak ortaya çıkan Yugoslavya’da da kapsamlı bir ulusal sorun vardı. Yugoslav Devrimi Alman faşizmine ve yerli işbirlikçilerine karşı mücadelede tüm Yugoslav halklarını birleştirip bütünleştirdi. Devrimin zaferi ulusal sorunun çözümünü de beraberinde getirdi. Farklı uluslar ve milliyetler, altı cumhuriyet ve iki özerk bölge halinde birleşik federal bir cumhuriyette birleştiler. Kendi sınırları, dilleri, bayrakları ve özerk yönetim yapıları vardı. Devrim mücadelesi içinde kardeşleşmenin, birleşip kaynaşmanın, böylece devrimi zafere ulaştırmanın bir ürünüydü bu. Ancak daha doğru dürüst sosyalizmin inşasına geçilmeden yeniden kapitalist gelişme yoluna girildi. Her bir ulusun bünyesinde burjuva öğeler yeniden güç kazandı. İşte o zaman milliyetçiliğin, dolayısıyla da milli baskının önü yeniden açıldı. Sırp burjuvazisi, Sloven burjuvazisi, Hırvat burjuvazisi, her biri kendi milliyetçilik bayrağını sallamaya, bundan sınıfsal yarar ummaya başladılar. Sonrası çatışmalar, çekişmeler ve giderek boğazlaşmalar oldu. Batılı emperyalist güçlerin, özellikle de ABD ve Alman emperyalizminin ulusların birbirlerini boğazlamalarını nasıl teşvik ettiklerine tarih tanıklık etti.  

Demek oluyor ki, sosyalizmin ulusal sorunda başarısız kaldığı, ABD’nin başını çektiği emperyalist güçlerin ulusal sorunun çözümüne katkıda bulunacakları iddiası, yaşanmış tarih konusunda bellek yitiminin ürünü büyük bir yanılgıdır. İsrail eliyle yaşanan Filistin soykırımının arkasındaki güçlerin o aynı emperyalist devletler olduğu gerçeğini bir yana bırakalım. Kürt tarihinin kendisi de emperyalistlerin Kürtlerin kimliksiz ve devletsiz yaşamalarının asıl sorumluları olduğu gerçeğinin kanıtlarıyla doludur. Kürdistan Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalist devletlerin müdahalesiyle iki parçadan dörde bölündü. Mahabat Kürt Cumhuriyeti Sovyet Kızıl Ordusunun desteğiyle kuruldu ama emperyalistlerin desteğiyle İran devleti tarafından yıkıldı. Güney Kürtleri 1918, 1932 ve 1943 yıllarında üç kez zafer kazanma aşamasına ulaştılar. Üçünde de İngiliz kuvvetleri sömürgeci Irak devletinin imdadına yetişerek hareketi yenilgiye uğrattı. Yaşadığı yozlaşmaya rağmen Sovyetler Birliği Saddam Hüseyin’i zorlayarak 1970 yılında Güney Kürdistan bölgesinin özerkliğine razı etti. Barzani ile Saddam özerklik anlaşmasında uzlaşmışlarken, ABD araya girerek Saddam ve İran Şahı’nı Cezayir’de buluşturdu. O masadan “Cezayir Anlaşması” denilen, Güney Kürtlerinin idam fermanı çıktı. Son olarak Kürtler ABD’nin kontrolünden çıkmış cihatçı teröristleri Güney Batı Kürdistan’da yenilgiye uğrattı. ABD kendisinin ve İsrail’in çıkarlarını gözeterek Kürtleri desteklemek zorunda kaldı. Fakat Türk sömürgecilerinin saldırılarına da kapıları sonuna kadar araladı. Şu anda Suriye toprakları üzerinde üç işgalci güç var: ABD, Türkiye ve İsrail. 

Yani emperyalizm hiçbir yere özgürlük getirmiyor. Tersine girdiği bütün toprakları kendi çıkarlarına uygun olarak kullanıyor, halkları köleleştirerek birbirine boğazlatıyor. Böylece silah tekellerine kazandırıyor. Bütün zenginlikleri uluslararası tekellere peşkeş çekiyor. Yerli yöneticileri ya tam teslim alıyor ya da teslim alamadıklarını onları destekleyen halk kitleleriyle birlikte yok ediyor. Çıkarlarına uygun geldiğinde Güney, Kobani, Membiç vb. yerlerde Kürtleri arkadan hançerleyen ABD ve İngiltere’nin Rojava’da bunu yapmayacağını kim iddia edebilir ki?

Necmettin Büyükkaya bir köprüydü

Kadir Büyükkaya, yazısının bir yerinde, “Necmettin Büyükkaya ayrıştırıcı değil, birleştirici, yıkıcı değil yapıcı bir insandı” diyor. Bunun Kuzey Kürdistan için en somut göstergesi, sol gruplar arası çatışmaların önüne geçmek için çaba harcaması, Kemal Burkay, İbrahim Güçlü, Mehmet Uzun, Abdullah Öcalan gibi zamanın grup liderleriyle toplantılar örgütleyerek ve Talabani’nin bu toplantılara katılımını sağlayarak, birleşik bir mücadele yaratmaya çalışmış olmasıdır. Yalnızca Kuzeydeki Kürt gruplarının liderleriyle değil, o Kürdistan’ın dört parçasında da ilişkilere sahiptir. Bunlara Filistin, Lübnan ve Avrupa ülkelerini de eklemek gerekir.

Necmettin Büyükkaya Türkiye sol ve sosyalist hareketlerinin bütün gruplarıyla az ya da çok ilişkisi olan, gruplara, partilere ve hatta parçalara sığmayan, ortak mücadeleye önem veren bir devrimcidir. TKP Merkez Komitesi üyesi Şeref Yıldız “aramızdaki farklılığa rağmen iki dost, iki kardeş gibi önemli şeyleri paylaştık. (…) Aramızdaki ilişkiyi koparmayalım, birbirimizden haberimiz olsun demişti” diye yazıyor. 

Türkiye Komünist İşçi Partisi (TKİP), kurucu kadrolarından Teslim Demir’i kaybetmesinin ardından yaptığı açıklamada, “O Partimizin Sinan yoldaşıydı, ama Türkiye devrimci hareketinin de Sinan Hoca’sıydı. Siyasal yaşamı ve mücadelesi bir partiye sığamayacak türden devrimcilerin nadir örneklerinden biriydi” diye yazmıştı. 

Bu nadir örneklerden biri de Necmettin Büyükkaya’dır. O da partiler, gruplar ve sınırlar üstü devrimci kategorisine girenlerdendi. Kürdistan ve Türkiye devrimcilerinin Neco yoldaşı olmasının sırrı da buradaydı. Necmettin elbette bir Kürt’tü, öncelikle de bir Kürt yurtseveriydi. Ama o aynı zamanda kendi sözleriyle “Marksist-Leninist bir komünist”ti. Siyasal kişiliğinin bu yanı yok sayıldığında geriye Neco değil, Kürtlerin sayısız kahramanlarından biri kalır yalnızca. 

Bağlarken…

Yeni bir dönemin içindeyiz. Emperyalist dünya Ortadoğu’yu kendi çıkarları temelinde yeniden şekillendiriyor. Bu amacına ulaşmak için Kürtlerin dostu görünerek onları destekliyor gibi görünse de, çıkarlarına uygun düştüğü koşullarda Kürtleri sömürgeci devletlere satacaklarından kuşku duymamak gerekiyor.

Kürt halkının ulusal özgürlük davasını kendi sınırları içinde savunması, bu sınırlar içinde bir mücadele yürütmesi tümüyle meşrudur. Fakat geride bıraktığımız 50 yılın deneyimi gösteriyor ki, ulusal sorunun çözümünün toplumdaki genel sınıfsal şekillenmeden, bölünmeden, kutuplaşmadan ayrı ele alarak bir çözüme varılamıyor. Çünkü ulusal sorun da özünde sınıfsal bir sorunudur. Sömürgeci sermaye sınıfı Kürt ulusundan belli bir kesimi yanında tutuyor ve bu gücü ulusal kurtuluşçulara karşı savaştırıyor. Bunun gerisinde egemen sınıfların Kürtlerden oluşan kesiminin çıkarları, tercihi ve iradesi var. Bunun alternatifi, Türk işçisinin ve emekçisinin de kendi burjuvazisine karşı Kürt halkıyla birlikte savaşmasıdır. Bunun yolu da Türk emekçisi ile birleşebilecek bir mücadele stratejisi izlemekten geçiyor. Öteki sorunlar bizi ilgilendirmez, bizim kendi sorunumuz var ve biz ona kendi sınırları içinde çözüm bulmaya bakarız anlayışıyla bir yere varılamıyor. 

Kürt hareketi bugüne kadar izlediği parçalı yaklaşımı bir yana bırakarak, ulusal ve sınıfsal özgürlüğü aynı bütünün parçaları olarak ele almak durumundadır. Çünkü Kürt halkı sadece ulusal açıdan ezilmiyor; aynı zamanda sınıfsal olarak da, işçi, emekçi, yoksul insan olarak da eziliyor. Ulusal baskı ile sınıfsal baskıyı iç içe yaşıyor. Çıkarları, ulusal özgürlük mücadelesinin yanı sıra sınıfsal kurtuluş mücadelesini de zorunlu kılıyor. Daha da önemlisi, ulusal kurtuluş davasının sosyal kurtuluş temelinde ele alınmasını ve bu temel üzerinde Türk emekçisiyle yakınlaşmayı, onunla birleşmeyi, onunla sıkı sıkıya kaynaşmayı gerektiriyor. Kapitalizm bu kaynaşmayı nesnel ilişkiler yönünden zaten yaratmış bulunmaktadır. Türk ve Kürt toplumu çok ileri düzeyde iç içe geçmiş durumdadır. Kürtlerin yarısı, belki daha da fazlası Türkiye'nin metropollerinde yaşamaktadır. Tersinden de Kürdistan'da önemli bir Türk nüfus var. Türkiye işçi sınıfı başta Türkler ve Kürtler olmak üzere değişik milliyetlerden oluşuyor ve üretim çarkı içinde organik olarak kaynaşmış durumda.

İyi ama devrimle çözüm çok uzak deniliyor. Peki ama sömürgeci güçlerle girilecek diyalog üzerinden çözüm çok mu yakın? Erdoğan ve Bahçeli’nin aşağılayıcı tutumundan Kürt ulusu lehine bir çözüm çıkarmak mümkün mü? Ulusal sorunlar ya devrimlerle köklü çözümlere kavuşurlar ya da sürüncemede kalırlar. Adına ister “çözüm süreci” isterse “barış görüşmeleri” deyin, şimdiki yaklaşımlar sorunları çözmez, sadece süründürür ve zaman içinde de çürütür. Sorun döne döne kendini yeniden üretir. Kapitalist toplum temeli üzerinde demokratik siyasal kazanımlar kuşkusuz mümkündür. Ama bunlar iğretidir, geçicidir, koşullara bağlıdır ve doğası gereği sakatlanmış haldedir. 

Artık yeni bir dönemin içindeyiz. Türkiye toplumunun bütün ezilen, sömürülen, horlanan, eşitsizliklere tabi olan katmanları birbirine paralel, birbirini tamamlayan, birbirini besleyen, birbirine güç veren, birbirinden destek alan birleşik bir hareket içinde olmak zorundadırlar. Aksi halde sermayenin barbarca sömürüsünden ve sömürgeciliğin inkârcılığı ve katliamlarından kurtulmak olanağı yoktur. 

Bu topraklarda yeni Neco’lar yetişiyor. Onlar aydınlığa giden yolda kardeşlik günlerinin önünü yeniden açıyorlar. Şu anda zindanda tutulan Ege İşçi Birliği’nden Serdar Gür, işçi sınıfının devrimci bir bireyi ve sesi olarak, Türkiye ve Kürdistan işçi ve emekçilerine şöyle sesleniyor: 

“Bize selam ileten işçi arkadaşlarımıza biz de selamlarımızı iletiyoruz. Ve bu sefer aramızda engeller olsa da çağrımızı tekrarlıyoruz: İş cinayetlerine hayır deyin. İşten atmalara karşı birleşin! İşyerlerinde Ocak zamlarına hazırlık yapın, komitelerinizi kurun. Narin’ler ölmesin deyin! Haklar ve özgürlükler için mücadeleye atılı! Emeğinizi koruyun, emeğinizi özgürleştirin! Birliğimize, birliğinize sahip çıkın. Unutmayın emeğin kurtuluşu tüm insanlığın kurtuluşu olacaktır!”

Ömrü fabrikalarda geçmiş, yaşamını emekçi sınıfların haklı davasına adamış Kürt kökenli sınıf bilinçli devrimci işçi önderi Yücel Memiş de şu çağrıda bulunuyor:

Dostlar, kardeşler; fabrikada, inşaatta, nerede hak arayan varsa yan yana gelmeliyiz. Ortak çareler üretmeliyiz. Büyük küçük demeden her mücadeleyi büyütmek yolunda adımlar atmalıyız. Çünkü tarih yeniden bizi, yani işçi sınıfını sahneye çağırıyor.”

Bugün ilerici ve yurtsever olmak, bu yeni devrimci kuşağın tertemiz devrimciliğine kulak vermeyi gerektiriyor. Eski kuşak olarak ayrıştırıcı değil birleştirici, dağıtıcı değil toparlayıcı, tıkayıcı değil ön açıcı olmak zorundayız. Bugünkü karanlığı ancak Türk, Kürt vb. değişik milliyetlerden işçi sınıfının devrimci eyleminin, devrimci emekçi hareketinin parçalayabileceğini görmeliyiz. Eski önyargı ve saplantılardan kurtularak bu yeni kuşağın önünü açmak tek doğru yoldur. Kuşku duyulmamalıdır ki, Necmettin Büyükkaya da bunu ister, bunu yapardı.